LONGOZ GÜN 1 & 2

İğneada’ya varıp odalarımıza yerleşince nihayet kendimize birkaç saat ayırabildik, böylece oteli keşfetme şansımız oldu. Yaban hayat eşliğinde ormanın içinde bungalovlarda kalıyorduk. Pencerelere tıklayıp ‘merhaba’ diyen sincaplar ve akşama kadar öten kuşlar bizlere eşlik etmekteydi.

Set öncesi kahvaltı bence setin en önemli zamanlarından biri. Herkesin zihnini açar ve bizi başlamak üzere olduğumuz zorlu güne hazırlar. Ve özellikle bu dış çekimde kahvaltı zamanı, otelden ayrılmadan ve telefon sinyallerinin çekmediği İğneada Longoz Ormanlarına ulaşmadan önce ekibin modern dünyayla son etkileşimi olacaktı..

Ormanda saç ve makyaj yapmak zor olacağı için her şeyi otelde yapmaya karar veriyoruz, set alanında son rötuşları yapıyor olacağız. Modellerimiz Brendha ve Ivan, sevimli ekibimiz tarafından saç ve makyaj odasına götürülüyor. Sanat grubu, her kıyafetin aksesuarlarla kombinlendiğinden emin oluyor ve ürünlerin kırışıp kırışmadığına bakıyor. Fotoğraf ekibi, öğleden sonra yapılacak çekimler için otelin bahçesinde keşif yapıyor. Direktörler ormanın hangi noktasında hangi kıyafetle çekileceğini konuşuyor.

Herkes ve her şey hazır olduğunda otobüse biniyoruz ve otelin rehberi bizi tabiat parkına götürüyor. Yolda bize birkaç metrede bir değişen ağaçlar hakkında bilgiler veriyor derken ağaçlar uzadıkça uzuyor ve sonra Longoz’a giriyoruz. Servis yok, insan yok, elektrik yok, gökyüzüne ve ormanın derinliklerinde sonsuzluğa uzanan ağaçlardan başka hiçbirşey yok.

Ormanın girişinde, bırakın yemeyi içmeyi, hiçbir böğürtlen, mantar ve yabani çiçeğe dokunmamamız; karşılaşabileceğimiz hiçbir hayvanı, köpekleri, keçileri, sincapları takip etmemek ya da sevmemeye çalışmamamız hakkında uyarılıyoruz… Daha da önemlisi, ormanda kolayca kaybolabileceğimiz için yanımızda rehber olmadan hiçbir yere gitmemiz tembihleniyor. Rehber son olarak hiçbir şey yemememizi bir daha hatırlatıyor, “en yakın hastane altmış kilometre ötede, yetiştiremeyiz sizi.”

Bütün bunları söyledikten sonra herkes eline bir parça ekipman alıyor ve ormanın derinliklerine doğru yürümeye başlıyoruz. Ağaçların yansımasıyla her şey yeşile boyanıyor. Gökyüzünde küçücük pencerelerden güneş ışınları içeri giriyor, gerisi farklı türde yapraklar. Etrafı şaşkınlıkla izleyip düşmemek için sık sık yerdeki devasa köklere bakarak ilk noktamıza ulaşıyoruz. Dalları belki yüz metreyi bulan, neredeyse kurumuş bir derenin ortasında gördüğümüz en büyük ağaçlardan biri olan “Toprak Ananın Kökeni” dediğimiz ilk durağımız burası.

Styling ekibi uygun bir yer buldu, saç ve makyaj son rötuşları yapmaya başladı bile, lensler kameraya takıldı, ışık denemeleri başladı ve çekime başladık. Deklanşörün sesi, kuşlar ve dere ile ve ormanda yaşayan diğer hayvanlarla uyum içinde çınlıyor. Fotoğrafçımız modellerle çekim yaparken, fotoğraf asistanı bir rehber eşliğinde çevreyi ve ürünlerin detaylarını fotoğraflamak için etrafta dolaşıyor.